01
Ağu

Bir hikaye denemesi, Bölüm 1: Petrikor

Hanimiş Denemelerim benim, hanimiş..

Ama hayır dedi sonra çocuk, hayır, gözlerinden taşan ayrılıkçı düşüncelere aldırmadan, sade bir hayır. Ayağa kalktı, üzerindeki tozları hafifçe silkeledi, uçuşan toz zerrelerine takıldı bir müddet ve birden çok uzaklarda bir yerlerde, kendi zaman ve mekan mefhumundan bağımsız ama yine de gidebileceği bir yerin olabileceğine inanarak, ben gidiyorum dedi.

Gülümsedi kadın, umursamazmış maskesinin altına sakladıklarının gözükmediğini umarak ve biraz da abartarak, kahkahaya yakınsadı dudakları ve duramadı sonra, düşünce merkezinin mantık kontrolüyle bağının koptuğu o kısacık anda zamanın genişlemesini gördü ve o kocaman gülüşüne gözyaşı karıştı, göremedi çocuğun gidişini, bakışlarındaki bulanıklık duygularına da yansımıştı, ne görebiliyordu ne de hissedebiliyordu, elleri tutunacak bir şeyler aradı, oturdu ve ağzında patlayan baloncuktan belli belirsiz bir ses taştı; hayır.

Kar yağıyordu, yağmura dolu karışıyordu, her adımında mevsimler, her mevsimde duygular değişiyordu. Bir cümleyi tümleçlerinden tutup bir araya getiremediği günlere yıllar sığıyordu, insanlar geçiyordu, bir şey söylemeden duramayan insanlar, çatılardan kar suları damlıyordu ve yere düşüyordu, bir tek damla yere değdiğinde bu defa onlarca damla yukarı sıçrıyordu ve onlarcası daha, insanlar işe gidiyordu, insanlar işten dönüyordu, çocuklar gülüyordu ve ağlıyordu, evrende bir yerlerde güneşler sönüyordu, yıldızlar ölüyordu, insanlar televizyonlarında kanallar değiştiriyorlardı, gariplerdi, bir insan seçip etrafında toplanıyorlardı, bir düşünce seçip üstünlük duyma ihtiyaçlarını gideriyorlardı, birine bir şey söyleme, biriyle tartışma, kendini başkasıyla karşılaştırma gibi ihtiyaçlara sahip olduklarının farkında değillerdi, o ihtiyaçları karşılayan insanlardan nefret bile ediyorlardı. Artık var olmayan bir yıldızın ışığı üzerlerine düşüyordu ve milyonlarca yıldır yol alan o ışık gözlerinde bir parıltı olup son buluyordu, önemli değildi. Gökyüzünün yandığı kasvetli bir günde ateşler içinde yanarak gözlerini açtı çocuk, nerdeyim?

Işıkları gördü kadın, gözleri kör eden ışıkları, üzerinde altında önünde ve arkasında, aydınlık rüyaların sarı sayfalarını çevirdi, kendi karanlığıyla dolaştı gözleri cümlelerin üzerinde, birden bire bulduğunu düşündüğü sırları her gündüz unuttu ve her gece hatırladı, dünlerini sildi parlattı, müzikler açtı, oynayan resimlere baktı, derin bir nefes aldı sanki bir şey yapmaya hazırlanıyormuş gibi, ne yapacağını bilemedi, gözlerini kapattı, aydınlığa boğuldu, gözlerini açtı ve bu defa da karanlığa, kontrolün kendisinde olmadığını anladı, hem de hiçbir zaman, ne önce ne de şimdi, zamanda açık bir yara olduğunu farketi, sabah oldu ve unuttu.

Yıldızların ateşinde yanmıştı çocuk, sanrılar çok şey anlatmıştı ona, insanlığın ötesini görmüştü sanki ve değişmeyi öğrenmişti. Sokağa çıktı çocuk, ağaçlara bir başka baktı, yerde gezen böceklere güldü ve koşmaya başladı sanki bir şeylerden kaçıyorcasına, gitmek kelimesini anlamıştı bir an, gerçekten nasıl gidilebileceğini görmüştü, kimsenin görmediği bir şeyi farketmenin hazzında gözlerinin içiyle gülüyordu, ilk defa gidiyorum derken nasıl ve nereye gideceğini hiç düşünmemişti, işte bazı şeyler geç gelirdi. Hiç durmadan koşmalıydı bir süre, koşarken düşünmeliydi, çünkü durmak zamanın farkına varmaktı, ona her saniye nasıl yenildiğini izlemekti. Zamandan ayrılmak istiyordu o, zamanın dışına çıkmak istiyordu, düşüncelerinin ölmesini izlemek istemiyordu bu defa. Zaman düşünceleri hapsediyordu, onları unutturarak yalnızlaştırıyordu, kelimeleri harflere harfleri noktalara ve noktaları zerrelerine ayırıp onları siliyordu. Zamanın oynadığı oyunları gördü çocuk, oyuncaklığını hissetti. Yavaşlamaya başladığını farketti ve tekrar tüm gücüyle koşmaya başladı, kollarını açtı, daha da hızlandı ve kuşa dönüşüp havalandı.

Uçtu çocuk, kanatları daha fazlasını kaldıramayana kadar. Karıncadan daha küçük insanları gördü, yüksekte insanların olduğu gibi göründüğünü düşündü ve birden unutmaya başladı duygularını, hafifledikçe daha yükseğe çıkıyordu, uzaklaştıkça uzaklaştı, geri dönmeyi düşünmedi, arkasında bıraktıklarına son bir bakış atmak içini bile dönmedi, gitti çocuk, hayır dedi ve gitti.

Nerede oluşuyor düşünceler, şu duygular? Sözlerin dudaklardan uçtuğu o kısacık anda, nasıl duyuyor insanlar? Nasıl anlıyorlar? Bu zaman denen yokluk nasıl oluyor da bu kadar az ve çok. Kadın haykırıyordu, kalabalık bir sokağın ortasında, insaların yüzlerine yüzlerine. Bakıyor ama anlayamıyorlardı, göremiyorlardı kadını, ışığı bükmüştü kadın, arkasında olanı önüne koymuştu. Beni de alın aranıza diye bağırarak geçirmişti ömrünü, farkedememişlerdi onu hiçbir zaman, çocuk hariç ama şimdi çocuk yoktu. Kadın görünmez olmayı öğrenmişti, yaşadığı dünlerin getirisini taçlandırmıştı, görünmez bir ülkenin, görünmeyen sarayında, görünmez bir kraliçeydi.

Her şey doğruydu, her şey yanlıştı, sözler genellikle yalandı, insanlar aciz, büyüttükleri ise genellikle basitti. Bir bahar gününde açtı gözlerini kadın, çiçeklerini suladı, annesini öptü, annesi aldırmadı, balkonda oturdu bir müddet, sorular sordu kendine, sonu gelmeyen sorular, cevapları tek bir hayır’a bağlanan sorular. Sorular bittiğinde artık dışarıdaydı, merdivenler gördü, tırmandı, dükkanlar gördü, dolaştı, müzik duydu, dinledi, bir durak gördü, otobüse bindi. Cam kenarına oturdu, sıra sıra evlerin geçişini izledi, otobüs gidiyordu ama evlerdeki insanların hayatları olduğu gibi duruyordu, hiçbir şey olmuyordu, tek bir haber bile gelmiyordu, hayatlarını değiştirecek birkaç sözcüğe muhtaçlıklarıyla yıllar geçiriyorlardı, umutlar üretip yıkılışlarını izliyorlardı, çocuklar büyütüp sıralar devrediyorlardı, hiçbir şey olmuyordu işte, ilerlemiyordu hayatları, zamanın geçişinin farkında olamıyorlardı, aldıkları her nefesin organlarını yaraladığını göremiyorlardı ve görmediklerini yok sayıyorlardı, çünkü bu en rahatıydı, dünyada insanları görmedikleri bir şeyin olmadığını farzetmek kadar rahatlatan başka bir şey yoktu.

Milyarlarca gezegenin bulunduğu bu galakside, trilyonlarca galaksinin bulunduğu bu evrende ve belki de trilyonlarca evrenin bulunduğu başka bir şeyde neydi ki insan? Ne olabilirdi, neyi başarabilirdi? Otobüsün yolu bitmek bilmiyordu, kadının düşünceleri de, düşünceyi durdurmak mümkün değildi, hiç olmamıştı, daha tüm dünyayı ve geçmişte yaptıklarını sorgulayacak, sonra da düşündüklerinin budalaca olduğunu görüp şimdiki aklım olsa yapmazdım diyecekti, tekrar tekrar yapacaktı da, sonra bunun da farkına varacaktı, düşünceleri çürüyecekti, isyan edecekti, bir döngünün içinde olduğunu farkedecek ve yeni döngülere yelken açacaktı, döngülerin yenilerini doğurduğunu farkettiğinde belki de dünyada şu sonsuz denilen şeyi gerçekten anlayan ilk insan olacaktı ve bu yalana inanacaktı. Şöförün bunlardan haberi yoktu, yolu izliyor günün daha hızlı bitmesi için dua ediyordu. Dayanamadı kadın, tuşa bastı ve indi, kovalayan biri yokken kaçmak çok zordu.

Akşam sessizce çöküyordu üzerine, ışık her şeydi, her yerdeydi ama bir sesi yoktu, anlatamıyordu kendini. Kafasını kaldırdı çocuk, daha uzundu günler ve geceler o dünya yörüngesinde uçarken, tüm çıplaklığıyla ayı gördü çocuk, ışığıyla yandı aklı, gözlerini sımsıkı kapattı, düşünceleriyle tutundu aya ve ona uçtuğunu düşledi. Gözlerini açtığında aydaydı, bastığı yere dikti gözünü, aydınlığına şaşırdı, hızlı hareket edemediğini farkettiğinde hafifçe gülümsemeye başladı, hareketlerinin yavaşlaması onda daha hızlı düşünüyormuş hissi uyandırdı, hoşuna gitti, mutluydu.

Yağmuru düşündü kadın, damlaların birbirlerine hiçbir zaman değmiyor olması insanları çağrıştırdı onda, çünkü bir insan da asla başka birine değemiyordu, çabalamak boş yereydi. Tanrım insanlar neden bu kadar farkedemiyor dedi daha kendi dününü hatırlamayarak, peşisıra yağmura tekrar baktı, gökten insan yağıyordu o vakitten itibaren, bütün hayatı boyunca gördüğü, belki de yolda karşılaştığı, rüyasında oluşturduğu, bir kağıt parçasında gördüğü, işte onda olan tüm yüzler yağıyordu, yerde bir su birikintisi oluşturup kendi dünyalarını yaratıyordu insanlar, kadın bir heyecanla koştu sokağa, merak ettiği hayatlar bir su birikintisinden kırılarak yansıyan ışığın gözüne ulaşması kadar yakındı, dolaştı kadın su birikintilerinde, yerlerde dünyada bir insanın ulaşabileceği en içten gülümsemeyle çamura bulandı, insanların kendinde nasıl iz bıraktığını anladı böylece, ileride küçük bir parkın küçücük bahçesine çocuğun düştüğünü gördü, kalbi patlayacaktı sanki, yürüyemiyordu bile, dizleri bir korkunun asla ulaştıramayacağı bir titreklikteydi, yuvarlanarak gitti parka, görünmezdi nasıl olsa, kimse ayıplamazdı, parka ulaştığında huzurla doldu kadın, anlamaya çalışıyordu, toprağa daha önce de yağmur düşmüştü ama huzur yüreğine düşmemişti, daha demin hayatlar izlemişti, ışık hayatları ulaştırmıştı ona su birikintilerinden, toprak da bir şeylerle ulaştırmalıydı ona huzuru, bir aracı olmalıydı, baktı, dinledi, dokundu, yağmurun tadını aldı ve kokladığında artık her şey değişmişti, petrikor..

Haftalar geçti, anlar geçmedi, hafif bir müziğin tıngırtısında sözler dolaşmaya başladı, sözlerle insanlar, insanlarla duygular ve duygularla da hiçlik, anlar geçmiyordu işte, dünya her zamanki gibi bize aldırmadan dönüyordu, rüyalar içine rüyalar sığıyordu, şu koca dünyada ise tek bir insan fazlalıktı.


  1. ablan
    01Ağu

    Beğendim. İtiraf edeyim petrikoru ilk defa duydum. Yeni bir kelime kattın hayatıma. İstanbul gibi bir yerde cümle içinde kullanmam zor olacak ama ilk fırsatta cümle içinde kullanacağım:)

Arkamdan Konuşun